25 Aralık 2013 Çarşamba

II. Cumhuriyet'in sonu

  






Burjuva cumhuriyetçilerin tek başlarına egemenlikleri ancak 24 Hazirandan 10 Aralık 1848'e kadar sürdü. Bu egemenliğin tarihi, cumhuriyetçi anayasanın hazırlanışı ve Paris'te sıkıyönetim ilanı olarak özetlenebilir. 
      Yeni Anayasa aslında, 1830 anayasal Sözleşmenin cumhuriyetçileştirilmiş baskısından başka bir şey değildi. Bizzat burjuvazinin büyük bir bölümünü siyasal iktidarın dışında tutan temmuz monarşisinin, dar, vergili-seçim (censitaire) sistemi, burjuva cumhuriyetinin varlığı ile bağdaşmaz bir şeydi. Şubat Devrimi, derhal, bu vergili-seçim (cens) yerine, tek dereceli genel oy sistemini ilan etmişti. Bu olayı önlemek burjuva cumhuriyetçilerinin elinden gelmezdi. Ancak buna, seçim bölgesinde altı ay oturmuş olmak kısıtlayıcı kaydını eklemekle yetinmek zorunda kaldılar. Eski idarî, beledî, adlî ve askerî örgütlenme olduğu gibi alıkonuldu, ve anayasanın bu örgütlenmeye değişiklik getirdiği yerlerde de, bu değişiklik, içerikte, metinde, esasında değil, yalnız maddelerin sıralanışında yapıldı. 
      1848 özgürlüklerinin kaçınılmaz kurmayı: kişi özgürlüğü, basın özgürlüğü, söz, dernek kurma, toplanma özgürlüğü, öğrenim özgürlüğü, inanç özgürlüğü, vb., onu yararlanmaz kılan bir anayasal üniformaya büründü. Bu özgürlüklerden herbiri, Fransız yurttaşlarının mutlak hakkı ilan edildi, ancak şu değişmez koşulla ki, bu özgürlükler, yalnız "başkasının eşit hakları ve genel güvenlik" ile, ve aynı zamanda, doğrudan bu özgürlükler arasındaki uyumu sağlamakla yükümlü "yasalar"la çatışmadıkları ölçüde, sınırsız idiler. Örneğin: "Yurttaşlar, dernek kurmak, barışçıl ve silahsız toplanmak, dilekçe yazmak ve görüşlerini basın yoluyla ve daha başka yollarla açıklamak hakkına sahiptirler. Bu hakların kullanılmasında, başkasının eşit haklarından ve genel güvenlikten başka sınır yoktur." (Fransız Anayasası, Bölüm II, § 8) — "Öğrenim serbesttir. Öğrenim özgürlüğü, yasa ile saptanan koşullar içinde ve devletin yüksek denetimi altında yerine getirilmelidir." (l.c., § 9) — "Her yurttaş, yasayla öngörülen koşullar dışında, konut dokunulmazlığına sahiptir." (Bölüm I, § 3) vb., vb.. — Anayasa, sürekli olarak, birbirleriyle çatışmalarını ve kamu güvenliğini tehlikeye düşürmelerini önlemek için, bu mutlak özgürlüklerden yararlanılmasını düzene koymaya ve getirilen kayıtları belirginleştirmeye yönelik gelecekteki anayasa ilkelerini geliştirecek temelyasalara (lois Organiques) atıf yapar. Ve sonradan, bu temel yasalar, düzenin dostları tarafından pişirilip kotarılmış ve bütün bu özgürlükler, burjuvazinin, toplumun öteki sınıflarının eşit haklarına dokunmadan yararlanabileceği bir biçimde düzene konulmuştur. Bu temel yasalar, ne zaman bu özgürlükleri öteki sınıflara tümden yasaklasa ya da yalnız, polis tuzaklarından başka bir şey olmayan koşullar altında kullanılmalarına izin verse, bu, daima anayasanın buyruklarına uygun olarak, yalnızca "kamu güvenliği", başka bir deyişle burjuvazinin güvenliği yararına olmuştur. Bunun içindir ki, sonradan, bütün bu özgürlükleri ortadan kaldıran düzenin dostları olsun, bu özgürlükleri eksiksiz isteyen demokratlar olsun, her iki taraf da, haklı olarak, iddialarını anayasaya dayandırmışlardır. Anayasanın her paragrafı, gerçekten de, kendi karşı-savını, kendi lordlar kamarasını, kendi avam kamarasını içerir: metinde özgürlük, sayfa kenarında bu özgürlüğün kaldırılması. Daha sonraları, özgürlük sözüne saygı gösterildiği, ama onun gerçek uygulaması, kuşkusuz yasal yollarla yasaklandığı sürece, her ne kadar gerçek varlığı tamamen yokedilmiş olsa da özgürlüğün anayasal varlığı tam ve dokunulmamış olarak kaldı. 
      O kadar ustalıkla dokunulmaz kılınan bu anayasa, gene de, tıpkı Aşil gibi yalnız bir noktadan yaralanabilir, ama topuktan değil de baştan, ya da daha doğrusu içinde yitip gittiği iki baştan, Yasama Meclisi ilecumhurbaşkanı'ndan yara alabilir. Anayasayı bir karıştırınız, yalnız cumhurbaşkanı ile Yasama Meclisinin ilişkilerini saptayan paragrafların mutlak, pozitif, çelişki olanağından uzak, çarpıtılması olanaksız olduklarını farkedeceksiniz. Burada, burjuva cumhuriyetçiler için, gerçekten kendi güvenlikleri sözkonusuydu. Anayasanın 45'ten 70'e kadar olan paragrafları o şekilde kaleme alınmıştır ki, Ulusal Meclis, cumhurbaşkanını anayasal yolla uzaklaştırabilirse de, cumhurbaşkanı, Ulusal Meclisten ancak anayasal olmayan bir yolla, yani bizzat anayasayı ortadan kaldırarak kurtulabilir. Bu duruma göre, anayasa böylece kendinin zor yoluyla kaldırılmasına yolaçar. Anayasa, 1830 Sözleşmesi gibi güçler ayrımını yalnız kutsamakla kalmaz, bu ayrımı en dayanılmaz bir çelişki haline gelene kadar genişletir. Anayasal güçlerin oyunu —Guizot, yasama gücü ile yürütme gücü arasındaki çekişmelere bu adı veriyordu— 1848 Anayasasında hiç durmadan "va banque" oynar. Bir yanda sorumsuz, dağıtılamaz, bölünmez bir Ulusal Meclisi, her şeyin üstünde olan bir yasama gücünü elinde bulunduran, savaş, barış ve ticaret antlaşması konularında son merci olarak karar veren, genel af yapma hakkına yalnız kendisi sahip bulunan ve sürekli niteliği ile hep sahnenin önünde yer alan bir Ulusal Meclisi oluşturan, genel oyla seçilmiş, yeniden seçilebilir 750 halk temsilcisi. Öte yanda, krallık erkinin bütün hassaları ile, bakanlarını Ulusal Meclisten bağımsız olarak atamak ve görevden almak hakkı ile, yürütme gücünün bütün eylem olanaklarına sahip, tüm devlet görevlerini elinde bulunduran ve böylece de Fransa'da her rütbe ve kıdemden 50.000 memur ve subaya bağlı bir-buçuk milyonun kaderini elinde tutan cumhurbaşkanı. O, ülkenin bütün silahlı kuvvetlerinin komutanıdır. O, herhangi bir suçluyu bağışlamak, ulusal muhafızları açığa almak, Danıştayın onaması ile yurttaşlarca seçilen eyalet ve belediye kurulu üyelerinin görevine son vermek gibi bir ayrıcalıktan yararlanır. Yabancılarla her türlü görüşme yapma inisiyatifine sahiptir ve bu görüşmelerin yönetimini elinde tutar.

18 Aralık 2013 Çarşamba

ARALIK AYI VE ÜÇ FAŞİST KATLİAM

"Asfalttan yürüsün Aralık/Sevmem, netameli* aydır." der, Ahmet Arif "Karanfil Sokağı" isimli şiirinde.  Ahmet Arif, 19 Aralık zindan katliamını görmedi. Roboski katliamını da. Kitabını yayınladığında ise daha Maraş Katliamı yaşanmamıştı. Ahmet Arif Aralık ayını neden sevmezdi, neden netameli bulurdu,bilmiyoruz. Ama yukarıda saydığımız üç katliamı düşündüğümüz zaman "sevmem netameli aydır" dizeleri bizimde dilimizin ucuna geliveriyor,ve bildiğimiz bir şey var ki, "faşizm nedir?" sorusu karşısında yaşadığımız coğrafyanın tarihinde, sadece aralık ayına bakmak bile yetiyor...
                         

İşte Faşizm!           19 Aralık  2000 Zindan katliamı
                               
                                            " Günler ağır.
                                             Günler ölüm haberleriyle geliyor.
                                             En güzel dünyaları
                                             yaktık ellerimizle
                                             ve gözümüzde kaybettik ağlamayı:
                                             bizi bir parça hazin ve dimdik bırakıp
                                             gözyaşlarımız gittiler
                                             ve bundan dolayı
                                             biz unuttuk bağışlamayı…
                                             Varılacak yere
                                             kan içinde varılacaktır.
                                             Ve zafer
                                             artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar
                                             tırnakla sökülüp
                                             

                                             koparılacaktır…"   

27 Kasım 2013 Çarşamba

Cüret Çözer !

Biz on yıllar boyunca eli silahlı bazı genç adamları ve genç kadınları övdük. On yıllar boyunca onların şiddetine şahit, şahadetlerine feci gözyaşları.
On yıllar boyunca çocuklarımıza isimlerini verdik. Dünyanın hangi atlasında böylesine politik çocuk isimler vardır acaba? Çocuk kulağına üflenen o isimlerin kuşaklar boyunca gözaltı tutanaklarından, mahkeme celplerinden eksik olmayan kayıtları.
Bir Taylan’dan binlerce Taylan’a, bir Meral Yakar’dan binlercesine, bir İnan’dan binlerle İnan’a, bir Deniz’den okyanuslara, Mahir’den Mahirlere. Bir Mazlum’dan bir Halk’a.

6 Kasım 2013 Çarşamba

Mahir ÇayanKESİNTİSİZ DEVRİM II-III

GİRİŞ


 
      Bilindiği gibi Türkiye Solu'nda uzun yıllar revizyonizm, pratiğe ışık tutmayan entellektüel tahlilleri, kuyrukçu çalışma tarzı ve iğrenç ilişkileri ile etkin ve yönlendirici unsur olmuştur.
      1961 Anayasası'nın oluşturduğu sınırlı demokratik haklar, bu akıma hiçbir tarihsel dönemde olmayan maddi bir ortam yaratmıştır.
      Devrimci hareket, devrimci-milliyetçi bir rotanın peşine takılarak, onun himayesinde entellektüel planda yıllar önce sosyalizmin ustaları tarafından yazılmış, çizilmiş ve her biri, belli bir devrimci pratiğin ürünü olan siyasi tahliller, yerli "teorisyenler" tarafından adaptasyonlarla, teori yeniden keşfedildi (!). Yıllar ülkedeki devrimci mücadeleye ilişkin "nereden ve nasıl başlanmalıdır?" sorusuna açıklık getirecek somuta ilişkin hiçbir şey yazılmadan geçti. Kitap ve broşür çıkarma (ticaretle karışık) başlı başına bir eylem haline geldi.
      Yetişen genç devrimci kuşaklar da bu ortamda, bu ortamın ilişkileri içinde sosyalist gıdalarını aldılar.
      Ülkede belki hiçbir sömürge ülkede olmayan çok enteresan bir durum ortaya çıktı. Korkunç bir seviyede (!) (aslında yıllar önce ustalarca yapılmış olan) teorik polemikler, ideolojik spekülasyonlar solu kırıp geçirirken, pratik ise üç-beş üniversitelinin, küçük-burjuva anlamda yaptığı gençlik eylemleri olarak kalıyordu.
      Revizyonist anlayışla, Amerikalar yeniden keşfediliyor, üç aşağı-beş yukarı, belli bir seviyede olan herkesin kabaca doğru olarak değerlendirebileceği, ülkenin tarihsel şartlarının içine "lider teorisyen kadrolar" balıklama dalıyorlar. Kademe kademe önce, Osmanlı İmparatorluğu'nda Asya tipi üretim tarzı mı yoksa feodal üretim tarzı mı egemendi, arkasından da 1960'ların Türkiye'sinde feodalizm mi yoksa, kapitalist ilişkiler mi egemendir, yoksa var olan üretim ilişkileri kapitalize ilişkiler midir? tartışmaları solu kaplıyordu.
      Feodalizm egemendir, kapitalizm egemendir tefrikalarının yayınlandığı dergiler etrafında fraksiyonlar savaşı en şiddeti ile yıllar boyu sürdü. Revizyonizm, oportünizm suçlamaları ortalığı kırıp geçirdi. Her çıkan dergi, birer "ciddi" hareketin temsilcisi iddiası içinde sosyalist blok içindeki şu veya bu devlete karşı politik tavırlarından, Osman Gazi'den itibaren üretim ilişkilerinin gelişme sürecine ilişkin görüşlerini, ilk sayılarında 80-100 (hızını alamayan daha da fazla) sayfalık broşürlerle ortaya koyuyorlardı. (Aslında hepsinin değerlendirmesi de, terminoloji ve nüans farkları hariç, öz bakımından üç aşağı beş yukarı aynıydı.) Genellikle soldaki samimi unsurlar da, bu havaya göre şartlanmışlardı. Sürekli olarak herkes, hergün dergilerde ve her yeni ayrılıkta yeni bir Amerika'nın keşfini bekliyordu. Oysa, dünyanın hiçbir ülkesinde devrim hareketi, önce teorik planda binlerce sayfalık yazıları yazıp, sonra da pratiğe geçmemişti. Ulemaların yazıları arasında artık samimi unsurlar ne yapacaklarını şaşırmışlardı. [1]
      İşte biz bu hava içinde, biraz da bu havanın etkisinde kalarak doğru çizgiyi, ayaklarımız bu bataklıkta olduğu için ağır ağır yürüyerek bulduk. Aynı yavaşlıkla da pratiğe geçtik. (Teoriyi devrim yapmak için okuduk, öğrendik. Ancak bu ulema olduk anlamında yorumlanmamalıdır. Biz sosyalizmin öğrencileriyiz. Ve bu öğrencilik hayatımız boyunca devam edecektir.)
      Bu gerçeği de Kurtuluş'un birinci sayısında şu şekilde ortaya koymuştuk:
          "Bu hareket, revizyonizmin uzun yıllar etkinliğini sürdürdüğü bir ortamda filizlenip gelişmiştir. Dolayısıyla revizyonizmin (pasifizmin) kalıntılarını da içinde belli bir süre taşıyacaktır. Bu kalıntılar savaş içinde, savaşa savaşa atılacaktır."
      (Metin elimizde olmadığı için kelime kelime aynen değil de, hatırlayabildiğimiz şekilde yazdık). [*]
      Yine o sayıda bundan böyle yazılacak olan teorik yazıların kısa, öz ve açık yazılar olacağını ve teorik değerlendirmelerin masa başında değil de, pratikten çıkan zengin deney ve tecrübelerin, Marksizm-Leninizm kılavuzluğunda yoğrulacağını belirtmiştik.
      Şu anda, daha önce genel hatları belirtilmiş olan partimizin ideolojik-politik-örgütsel-stratejik ilkelerini ortaya koyarken hareket noktamız bu devrimci tespit noktası olacaktır.
      Bu ilkelerimizi, bir sürü genel doğrularla, Marksizmin lafızları arasında yüzlerce sayfalık metinlerle ortaya koymak, takdir edileceği gibi pekala mümkündür. Ve pekala mümkündür sözde pratiğe ışık tutacak, bir sürü masa başı ahkamlar kesmek.
      Ama hayır! Partimizin bünyesinde bu tip entellektüel tahlillere yer yoktur. Dilimiz, terminolojimiz ve tahlillerimiz genel olarak dünya devrimci pratiğinin, özel olarak da pratiğimizin ürünü olmalıdır.
      Genel çizgimize ilişkin sorunlarımızı en açık, öz ve direkt pratiğimize ışık tutacak şekilde ele almalıyız.
      Partimiz, diyalektik ve tarihi materyalizmin ilkeleri üzerine kurulmuş Leninist bir partidir.
      Partimiz Marksizm-Leninizm kılavuzluğu altında, emperyalizmin III. bunalım döneminin çelişki ve ilişkileri ile, bu çelişki ve ilişkilerin Türkiye'ye yansımasının (ülkemizin tarihi, sosyal, politik, ekonomik, psikolojik niteliklerinin) devrimci tespitinden hareketle Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ni, devrim stratejisi olarak saptamıştır.
      Bu stratejik çizgi, kır ve şehiri, silahlı propaganda ve öteki politik kitlevi mücadele biçimlerini diyalektik bir bütün olarak ele alan çizgidir.
      Bilindiği gibi, gerilla savaşı kavramı, kavram olarak tek başına nitelik belirleyici değildir.
      Merkezi otoriteye karşı mahalli mütegallibe de, düzenli birlikleri yenilmiş bir ordu da düşmanına karşı gerilla savaşı yürütebilir. Gerilla savaşının devrimci politik amaçlarla, siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının bir aracı olarak yürütülmesine, yani politik kitle mücadelesi olarak ele alınmasına Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi denir. Politikleşmiş askeri savaş stratejik çizgisinin teorik kaynakları, hareket çizgisi, somut durumların somut tahlilindedir. Yani genel olarak emperyalizmin III. bunalım döneminin ayırtedici niteliklerinde, özel olarak bu çelişki ve özelliklerin Türkiye şartlarına yansımasında yatmaktadır.
      Devrim stratejisini bu şekilde saptayan bir örgütün örgütsel ilkesi de, bu Leninist çizginin örgütsel ilkesi olan, politik ve askeri liderliğin birliği ilkesidir.
      Bu teorik temelleri kısa ve öz olarak açıklamadan önce, Marksist-Leninist teoriye ilişkin bazı ön açıklamaların, meselenin somutlaşması açısından faydalı olacağı kanısındayız.

5 Kasım 2013 Salı

BÖLGE ÇALIŞMASI -2-

HALKIN HAREKET ALANLARINI DARALTAN VE SOLUK ALMA KANALLARINI TIKAYAN BASKI VE UYGULAMALAR HALKA GİTMEMENİN GEREKÇESİ OLMAMALIDIR
Bugün konjonktürel dezavantajların yanında yasaların, cezai yaptırımların ve hapishane koşullarınınbüyütülmüş bir tehdit halinde halkın karşısına çıkarılması, devrimcilerin işini zorlaştırıyor olsa da bu, kitleler içinde çalışmamanın veya kalıcılaşmış başarısızlığın gerekçesi haline getirilmemelidir. Ülkemizde halkın da devrimcilerin de zor koşullardan geçtiği doğrudur. Ne var ki bu salt Türkiye'ye ve içinden geçtiğimiz döneme özgü bir durum değildir. Egemenlerin her dönem ve her coğrafyada birbirinden öğrendiği, birbirine tecrübe aktardığı bilinir. Bu nedenle de baskı ve zor uygulamaları da benzerdir. Bu benzerlikten egemenler nasıl öğreniyorsa, devrimciler de direnç örneklerinden öğrenmeli ve kendi koşullarının mücadele dilini geliştirebilmelidir.                          
Koşullar ne denli zor olursa olsun, halka ulaşmanın ve güven ilişkisini adım adım örmenin olanakları yaratılabilir. Hiçbir koşulda, halkla devrimciler arasındaki iletişim "sıfır" noktasına çekilemez. Bu konuda dünya devrimci pratiği bağrında öğretici pek çok deneyim taşır. Örneğin, Vietnam pratiği bu konuda oldukça öğreticidir.
1954 sonrasında, özellikle 1954-59 döneminde, Diem polisi, Fransızlara karşı girişilen direnişe katılan hemen herkesi dosyalamış ve etkisizleştirme yoluna girmiştir. Hele ki 1956'da Diem, referandum yaparak ülkenin başına geçince şiddet daha da arttı. Mayıs 1959'da çıkarılan 10/59 kanununa göre, "devlete karşı suç işlemeye" niyetli olanlar bile ölüm veya müebbet hapis cezasına çarptırılacaktı. Direnişçilerle en ufak bir ilişkide, bir sempati belirtisinde bile 10/59 kanunu uygulanıyordu. Bu durum, halka zarar gelebileceği kaygısıyla da ilişki kurmayı güçleştirdi.
Dağa ilk çekilenler, uzun bir süre sadece "hayatta kalabilme" çabası verdiler. Stratejik köylerin dışına çıkıp kendilerine yiyecek getirecek olan köylü, ölümü göze almış demekti. Buna rağmen yardım ediliyordu.
Stratejik köylerde herkes, bir yabancı gördüğünde saldırmak ve onu bağlamak için sopa, ip ve fener taşımak zorundaydı. Çan çalarak veya tahtaları birbirine vurup "Vietkong" diye bağırmalı ve herkes ellerindeki meşale ile "Vietkong"u yakalamak için harekete geçmeliydi. Direnişçiler, kendilerinden birinin görülmesi halinde halkın bu kuralı nasıl uygular gibi yaptığını, şu şekilde anlatırlar:

2 Kasım 2013 Cumartesi

BÖLGE ÇALIŞMASI -1

HER DEVRİMCİ HAREKET, BÖLGE ÇALIŞMASINI ÖNÜNE
" OLMAZSA OLMAZ" KOŞUL OLARAK KOYMALIDIR
Devrimcilerin hangi durumda hangi mücadele biçimine başvuracağı veya hangi kesime hangi araçlarla gideceği önceden bir reçete ile tanımlanamaz.  Bu nedenle devrimcilerin gittikleri çalışma alanında halkla hangi bağları nasıl geliştirecekleri, çeşitli araştırmalar ve önbilgiler neticesinde açığa çıkar. Ama genel anlamda söylemek gerekirse; çalışma tarzı, devrim anlayışı ve örgütlenme tarzı ile doğrudan ilintilidir. Bir devrimci hareketin nasıl bir çalışma tarzı uygulayacağını belirleyen, ülkenin somut koşullarıdır. Ülkedeki mevcut ekonomik ve siyasal yapı, egemen sınıfların egemenliklerini sürdürmedeki tercihleri, ülkedeki devrimin niteliği ve aşaması, mücadelenin gelişim düzeyi, devrimci hareketin örgütlenme düzeyi gibi etmenler, çalışma tarzını etkiler.
Daha önceki çalışmalarımızda da belirttiğimiz gibi devrimciler için çalışma alanı halkın olduğu her yerdir. Tabii ki öncelikler vardır/olacaktır. Ne var ki mesele "işçi sınıfına gitmek sorunu çözmek için yeterlidir" kolaycılığına sığdırılamayacak bir ustalık gerektiriyor. Lenin'in de belirttiği gibi devrimciler, işçi sınıfına bilgi götürmek için de olsa, "nüfusun bütün sınıfları arasına gitmek zorundadırlar". Bu bağlamda akla, en geniş kitle çalışması içinde en dar kadro çalışmasıgelmelidir. İşte bunun alanlarından biri de mahalli bölgelerdir.
İnsanlar, zamanının bir kısmını işyerinde, okulda, vb. yerlerde geçirirken, önemli bir kısmını da oturdukları bölgelerde geçirir. Öyleyse devrimci mücadelenin örgütlenmesi, işyerlerinden veya okullardan ibaret olmamalı, insanın zamanının büyük bir kısmının geçtiği mahalli bölgelerde de yürütülmelidir.
Mahalli bölgelerde çalışmaların sürdürülmesi çeşitli nedenlerle önemlidir. Eğer insanların sadece birkaç saatinin değil bütün zamanının geçtiği bir bölgede örgütlenme yapılıyorsa, orada egemen sınıfların kullandığı bir başka aracı etkisiz hale getirme şansı doğar. Görsel ya da yazılı medya ile toplumun yukardan aşağı şekillendirilmek istendiği koşullarda devrimciler, hayatın her alanında farklı düşüncelerini söyleyebilmeli, alternatif geliştirebilmelidir. Egemen sınıfların muazzam bir araç zenginliği eşliğinde yürüttüğü manipülasyon çalışmalarının önüne geçmek, kafaları da fethetmeyi amaçlayan yayılma ve egemenlik çabalarını boşa çıkarmak her devrimcinin görevidir. İşte bu görev, her an bir ideolojik çatışma halinde olmayı ve yukarıdan empoze edilmek istenen her fikri olguyu deşifre ederek karşıtını üretebilmeyi gerektiriyor. Bu da insanlardan, onların yaşam mekânlarından uzak durarak başarılamaz. Halkın bir gün toplanma ziline karşılık vererek alanlara koşacak olması fikri/beklentisi de doğru değildir. Bugün adım adım da olsa, doğru hedefler etrafında alanlara taşınmayan kitleler, mücadeleden uzak duran insanlar giderek mücadele ve itiraz refleksini yitirir ve istemese de sistemin devamını sağlayan dinamiklerin bir parçası haline gelir. Çünkü devrimciler hangi nedenle olursa olsun beklerken, halkla arasındaki mesafeyi kapatma çabalarını ertelemişken, egemen sınıflar hiç boş durmamakta ve insanların psikolojisini, doğal eğilimlerini biçimlendiren (gerçekte çarpıklaştıran) bir çabayı, yukarıdan aşağıya sistemli biçimde yürütmektedir.

1 Kasım 2013 Cuma

TARTIŞMALI SORUNLAR Legal Parti ve Marksistler _ LENİN

I– 1908 YILI KARARI
“Pravda” ile “Luç” arasında yürüyen mücadele, birçok işçiye gereksiz ve pek anlaşılmaz görünüyor. Gazetenin çeşitli sayılarında tekil, bazen oldukça özel sorunlar üzerine polemik makalelerinin, mücadelenin esası ve içeriği hakkında tam bir fikir vermemesi doğaldır. İşçilerin haklı hoşnutsuzluğu da bundandır.
Halbuki, mücadelenin etrafında döndüğü Tasfiyecilik sorunu, şu anda işçi hareketinin en önemli ve en esaslı sorunlarından biridir. Bu sorunun girdisini çıktısını tanımadıkça, bu konuda kesin bir fikir edinmedikçe, sınıf bilinçli bir işçi olunamaz. Kendi partisinin kaderini bağımsızca belirlemek isteyen işçi, ilk bakışta tam anlaşılır olmasa da polemikten kaçamaz, aksine ciddiyetle gerçeği bulmaya çalışır; ve bulur da.
Ama gerçeği nasıl bulmalı? Birbiriyle çelişen görüş ve iddialar arasında insan yönünü nasıl bulmalı?
Aklı başında her insan, herhangi bir mesele hakkında hararetli bir mücadele olduğunda, gerçeği saptamak için, tartışan tarafların açıklamalarıyla asla yetinemeyeceğini, bilakis olguları ve belgeleri bizzat gözden geçirmek, tanık ifadelerinin mevcut olup olmadığını ve bu ifadelerin güvenilir olup olmadığını bizzat araştırmak zorunda olduğunu anlar.
Bunun her zaman kolay olmadığına kuşku yok. Bulduğunu, duyduğunu, hakkında en çok gürültü koparılanı ve benzeri şeyleri gerçek olarak kabul etmek çok daha “kolay”dır. Ancak bununla yetinen insanlara “düşüncesiz” ve hafif denir ve kimse onları ciddiye almaz. Belirli bir bağımsız çalışma olmadan hiçbir ciddi sorunda gerçek bulunamaz, ve bu çalışmadan kaçan kişi gerçeği bulma olanağını ken-di kendisinin elinden alır.
O nedenle yalnızca, bu çalışmadan kaçmayan, bağımsız incelemeye ve olguları, belgeleri ve tanık ifadelerini meydana çıkarmayakarar vermiş işçilere sesleniyoruz.
Her şeyden önce, Tasfiyeciliğin ne olduğu sorusu kendini dayatıyor. Bu sözcük nereden geliyor ve ne anlama geliyor?
“Luç”, Parti içinde Tasfiyeciliğin, yani Parti'yi feshetme, yok etme çabasının, Parti'den vazgeçmenin sadece kötü bir uyduruk olduğunu iddia ediyor. Bunu Bolşevik fraksiyoncular Menşeviklere karşı uydurmuşlar!
“Pravda”, tüm Parti'nin Tasfiyeciliği dört yıldan uzun süredir
mah-kûm ettiğini ve ona karşı mücadele ettiğini söylüyor.
Kim haklı? Gerçek burada nasıl bulunabilir?
Besbelli ki sadece bir tek yöntem var: Parti tarihinden, 1908’den, Tasfiyecilerin Parti'den kesin olarak ayrıldıkları 1912’ye dek son dört yıl içindeki* olguları ve belgeleri arayıp bulmak.
Şimdiki Tasfiyecilerin henüz Parti'de oldukları tam da bu dört yıl, Tasfiyecilik kavramının nereden kaynaklandığı ve nasıl ortaya çıktığı sorusunu sınamak için en önemli dönemdir.
Buradan ilk ve en önemli sonuç çıkıyor: Tasfiyecilikten söz eden ve bu arada Parti'nin 1908–11 dönemine ait olgu ve belgelerini atlayan kişiler, işçilerden gerçeği gizliyor demektir.
Peki bu Parti olguları ve belgeleri hangileridir?
Herşeyden önce, Aralık 1908’de alınan Parti kararıdır.* Eğer işçiler, masallar ve uyduruk öykülerle beslenen çocuk muamelesi görmek istemiyorlarsa, o zaman danışmanlarından, liderlerinden ya da temsilcilerinden, Aralık 1908’de Tasfiyecilik sorununa ilişkin bir Parti kararı alınıp alınmadığı ve bunun neden ibaret olduğu hakkında bilgi almalıdırlar.
Bu karar, Tasfiyeciliğin mahkûm edilmesini ve neden ibaret olduğunun bir açıklamasını içermektedir.
Tasfiyecilik, “bir bölüm partili aydının, mevcut Parti örgütünü tasfiye etme” (yani dağıtma, yok etme, ortadan kaldırma, lağvetme) “ve onun yerine ne pahasına olursa olsun legalite” (yani yasallık, “açıkta” var olma) “çerçevesi içinde şekilsiz birlikleri geçirme çabalarıdır — bu legalite, Parti programı, taktiği ve geleneğinin” (yani geçmiş deneyiminin) “açıkça terkedilmesi pahasına satın alınmış olsa da”.
Yani dört yıldan uzun süre önce Partinin Tasfiyecilik hakkında kararı buydu.
Bu karardan, Tasfiyeciliğin özünün neden ibaret olduğu, onun neden mahkûm edildiği açıkça görülmektedir. Özü, “yeraltı” örgütünden** vazgeçmekte, onu tasfiye etmekte, yerine ne pahasına olursa olsun yasallık çerçevesinde şekilsiz birlikleri geçirmekte yatar. Mantıklı olarak Parti, legal (yasal) çalışmayı, onun gerekliliğinin vurgulanmasını asla mahkûm etmez. Parti, eski Parti'nin yerine, Parti olarak tanımlanması mümkün olmayan şekilsiz, “açıkta varolan” birşeyin geçirilmesini mahkûm eder — ve kayıtsız şartsız mahkûm eder.
Parti, eğer varlığını savunmazsa, onu tasfiye edenlere, yok edenlere, tanımayanlara, onu reddedenlere karşı kayıtsız-şartsız mücadele etmezse varlığını sürdüremez. Bu kendiliğinden anlaşılır bir şeydir.

23 Ekim 2013 Çarşamba

Devrimci: Zamanımızın İyi İnsanı

“Kötü zamanlardır ki kötü adamlar / Haktan uzaklaşırlar da halka yakınlaşırlar.”
Böyle diyor, tasavvuf şairlerinden 1700’lü yılların tasavvuf şairlerinden biri... İlk bakışta, her şey tuhaf bir sözcük oyunuymuş gibi görünüyor belki ama 2000’li yıllara, hatta genel olarak son yirmi yıla şöyle bir derinden bakıldığında, Şairin tanrıdan-vicdandan uzaklaşıp sıradanlaşmak üzerine söyledikleri değişik bir yorumla anlaşılabilirmiş gibi görünüyor... “Hak”tan, doğruluk ve vicdan gibi kavramlardan uzaklaşıp halka “yakınlaşmak”, yani mevcut duruma, her gün yaşanan gerçekliğe teslim olmak, genel olarak “iyiliğin” maddi çıkarlar uğruna terk edilişi, epeydir zamanımızın günlük-alışılmış davranışları arasındadır.
Elbette, mülk-çıkar ilişkileri tarihinin bütünü ve özellikle de kapitalizm, bütün ulvi-yüksek düşünceleri silip süpüren, onların yerine somut insanın çıkarlarını koyan yapısıyla bu sızlanışın esas kaynağıdır. Özellikle kapitalizm, kendi doğası gereği günlük hayattan her türlü ahlaki-vicdani ilkeyi kovar ve kârın maksimize edilmesini hepsinin yerine koyar.
Ama yine de, özellikle Türkiye’nin yakın tarihine insan davranışlarının ölçütleri bakımından yaklaşıldığında kendine özgü dönemlerin varlığı görülür. Örneğin Cumhuriyet’in ilk dönemi belli bir “vatandaş” tipi ve insan ilişkileri biçimine kaynaklık etmiştir. Aynı şekilde 1946 sonrası gelen yeni süreç, toplumsal yapının genel alışkanlıkları, gelenekleri, vb. açısından gerçek bir sarsıntı olmuş, yeni-sömürgeleşme süreciyle birlikte hızla gelişen bağımlı kapitalizm her şeyi alt üst etmiştir. Ticari ilişkilerin en ücra köşelere dek uzanışı, çarpık bir sanayileşmenin yolunu açtığı yeni ilişkiler, son derece sağlıksız bir şekilde kentlere yığılan insanların değer yargılarının, ahlaki-insani ilişkilerinin değişimi, hatırlanacağı gibi gerçekçi Türk sinemasının da ilk ürünlerine yansımıştır. Köyden gelip hem fiziksel olarak hem de manevi ilişkileri bakımından dağılan aileler, çalışkan babalara isyan edip daha kolay paraların peşinde koşan oğullar, feodal ahlakın baskısından kurtulmak isterken kentin çarklarının içinde kaybolup giden genç kızlar, eski güzel günlerin ilişkilerini ve kalabalık sofralarını maddi çıkarlar dünyasının karşısında koruyamayan yaşlıların hüzünlü yüzleri... Özellikle Lütfü Akad’ın ünlü üçlemesinde bütün bunların hepsi vardır: Büyük bir alt üst oluş, büyük bir deformasyon ve eski ilişkilerin sona erişi... 

2 Ağustos 2013 Cuma

Demokrasinin Olmadığı Bir Ülkede “Varmış Gibi” Davranmak


        


          Önce bazı sorulara yanıt vermek gerekir:
          Burjuva demokratik devrimin tamamlanmadığı, demokratik hak ve özgürlüklerin sıkça rafa kaldırıldığı, kullanılmasına “izin” verilmediği, “gizli faşizm” dönemlerinde “sandıksal demokrasi”yle işlerin yürütülmeye çalışıldığı, ama “iplerin” elden kaçırıldığı dönemlerde yönetimin askerileştirildiği, askeri darbelerle demokratik muhalefetin ve devrimci hareketin kan ve şiddetle tasfiye edildiği bir ülkede “demokrasi”den, “demokratik hak ve özgürlüklerden”, “demokratik muhalefetten”, “demokratik temayüllerden”, “demokratik gelenekten” ve nihayetinde “demokratik kültür”den söz edilebilir mi?
          Emperyalizme bağımlı, “global ekonomi” denilen emperyalist dünya ekonomisinin bir parçası olan bir ülkede “ulusal bağımsızlık”tan, ülkenin “bağımsızlığını yitirmesinden” vb. söz edilebilir mi?
          Din derslerinin “anayasal zorunluluk” olduğu, “kutsal günler”de tüm siyasal ve toplumsal düzenin dini esaslara uydurulduğu, “ezan okunurken” tüm siyasal faaliyetlerin askıya alındığı, “Kato’sundan Feto’suna” her türden cincinin ve dincinin baş tacı edildiği bir ülkede laiklikten ya da “laikliğin elden gitmesinden” söz edilebilir mi?
          Hukukun, yasaların ve özel yetkili mahkemelerin ekonomik ve siyasal tasfiyeler için kullanıldığı bir ülkede, hukuktan, “hukukun üstünlüğü”nden, “bağımsız yargı”dan söz edilebilir mi?
          Böyle bir ülkede “demokratik mücadele”, “sivil itaatsizlik”, “demokrat olmak” ne anlama gelir?
          Her gün televizyonlarda “demokratik tartışmalar” bağırıp-çağırarak, kavga ederek, hakaretler yağdırarak yapılıyorsa, böyle bir ülkede “demokratik terbiye”den söz edilebilir mi?
          İktidara “muhalif” herkesin ve her kesimin özel yetkili savcılar ve mahkemeler aracılığıyla tutuklandığı, seslerinin kesildiği, “demokratik alanda” siyasal mücadele yürüttükleri için binlerce Kürt’ün içeri atıldığı bir ülkede “demokratik muhalefet”ten, “barışçıl mücadele”den söz edilebilir mi?

29 Temmuz 2013 Pazartesi

NE YAPMAK GEREKİR ?

Faşist saldırı ve terör furyası halk saflarında bir direnme eğilimi yaratmıştır. Kendisine saldıran kurt sürüsüne çifte atmak, bir atın nasıl doğal hakkı yaşama gerekçesiyle, halkımızın da saldıran faşizme karşı mücadele etmesi, direnmesi ayakta kalma, yaşama hakkıdır.
İyi bir devrimci önderlik bu direnme eğilimini örgütlemekle ona yön ve şekil vermekle görevlidir. Ama bunu yapabilmek için bir şeyi iyi kavramak gerekir. Faşizm bir şey den korkar HALKTAN 
Ama örgütsüz dağınık değil örgütlü birlik halktan korkar faşizm. Başka hiçbir güç hiçbir kuvvet yoktur. Ne bildiri edebiyatı ne aşırı uçlar yaygarası nede bireysel terörizm şarlatanlıkları çözüm değildir. O halde sorun bunu başarmaktır. Bunun yolu ise direnmekten, direniş mücadelesini örgütlemekten yani DİRENİŞ KOMİTELERİNDE örgütlenmekten geçer.